Netflix‘in geçtiğimiz yıla damgasını vuran ve bir gecede fenomene dönüşen dizisi The Night Agent‘ı bir solukta bitirdiniz, değil mi? O sürekli tırmanan gerilimi, Beyaz Saray’a uzanan komploları ve acemi bir ajanın omuzlarına binen devasa yüküyle hepimizi ekranlara kilitlemişti. Peki, o adrenalin dolu boşluğu şimdi neyle dolduracaksınız? Cevap, yine Netflix’in kütüphanesinde, belki de biraz daha sessiz sedasız ama çok daha zeki bir şekilde parlayan bir başka ajan dizisinde gizli: The Recruit.
Eğer The Night Agent’ın o yüksek tempolu dünyasını sevdiyseniz, emin olun The Recruit’e bayılacaksınız. Ama baştan uyaralım; bu bir klon değil, aksine aynı formülü alıp üzerine mizah, zeka ve bolca karakter derinliği ekleyen, çok daha farklı ‘kafa’da bir iş.
Benzer DNA, Farklı Ruh: İki Dizinin Ortak Noktaları
İlk bakışta, iki dizi de aynı kanı taşıyor gibi görünüyor. İkisi de bir anda kendini devasa bir komplonun ortasında bulan, tecrübesiz ama zeki ve iyi niyetli genç bir kahramanı merkezine alıyor. The Night Agent’ta Peter Sutherland’ın FBI’ın bodrum katındaki telefondan Beyaz Saray’a uzanan yolculuğu ne kadar heyecan vericiyse, The Recruit’te de CIA’in çaylak avukatı Owen Hendricks’in (Noah Centineo) ilk iş gününde kendini uluslararası bir krizin içinde bulması o kadar sürükleyici. İkisi de izleyiciyi koltuğunun ucunda tutan bir tempoya sahip. Ama benzerlikler de burada sona eriyor.
The Recruit’i Bu Kadar Özel Yapan Ne? Mizah ve Gerçekçilik
The Night Agent karanlık ve ciddi bir komplo teorisi üzerine kuruluyken, The Recruit ajanlık dünyasının absürt, komik ve çoğu zaman bürokratik yüzünü tokat gibi çarpıyor. James Bond veya Jack Ryan gibi dokunulmaz, her şeyi bilen kahramanları unutun. Owen Hendricks, ölüm tehlikesiyle karşılaştığında gerçekten panikleyen, ne yapacağını bilemeyen ve çoğu zaman durumu esprili bir dille geçiştirmeye çalışan, bizden biri gibi. Dizi, o cilalı ajan filmlerinin aksine, CIA’deki “evrak işlerinin boğuculuğunu”, siyasi ayak oyunlarını ve bir avukatın sahaya sürüldüğünde yaşayacağı acemilikleri ti’ye alarak türe taze bir soluk getiriyor.
Bu zeki ve esprili yapının en büyük kozlarından biri de şüphesiz ki usta aktör Nathan Fillion. Karizması ve her an patlamaya hazır o alaycı mizahıyla diziye dahil olan Fillion, The Recruit’in gerilim ve komedi arasındaki hassas dengeyi kusursuzca kurmasını sağlıyor. Dizi, bir an sizi tırnaklarınızı kemirten bir sorgu sahnesine sokarken, bir sonraki an Owen’ın yaşadığı bir sakarlıkla kahkaha attırabiliyor. İşte bu “gerçekçilik” ve mizah dozu, onu diğer ciddi ajan dramalarından ayırıyor.
Eğer The Night Agent‘ın size yaşattığı o yüksek tansiyonlu heyecanı arıyorsanız, The Recruit size bunu fazlasıyla sunuyor. Ama bunun yanına bir de kahkaha attıran diyaloglar, unutulmaz karakterler ve ajanlık klişeleriyle dalga geçen zeki bir senaryo ekliyor. Kısacası, The Night Agent kan ter içinde koştuğunuz bir maratonsa, The Recruit hem koşup hem de etrafınızdaki manzaranın keyfini çıkardığınız, bol virajlı ve eğlenceli bir parkur. Netflix‘teki bir sonraki bağımlılığınız olmaya aday.
