Bu filmi “izlemek” kelimesiyle anlatmak, okyanusu bir bardağa sığdırmaya çalışmak gibi. Schindler’in Listesi izlenmez; ona tanıklık edilir. Üç saati aşan süresi bittiğinde, jenerik akmaya başladığında ve salonda derin bir sessizlik çöktüğünde, anlarsınız ki az önce sadece bir film seyretmediniz. İnsanlık tarihinin en karanlık çukuruna baktınız, o çukurun içinde en saf kötülüğe ve en beklenmedik iyiliğe aynı anda şahit oldunuz. Steven Spielberg’in bu başyapıtı, bir filmden çok, ruhumuza atılmış bir çentiktir; kolay kolay iyileşmeyen ama bize sürekli bir şeyler hatırlatan.
Peki, bir film bunu nasıl başarır? Bir yönetmen, anlatılması neredeyse imkansız olan bu trajediyi, nasıl olur da didaktik olmadan, sömürüye kaçmadan, bu kadar saf ve güçlü bir şekilde anlatabilir? Cevap, Spielberg’in sinemanın dilini bir silah gibi değil, bir vicdan gibi kullanmasında gizli. Gelin, bu siyah beyaz ağıtın katmanlarını birlikte aralayalım.
Tarihin Rengini Silmek: Gerçeğin Çıplaklığı
Spielberg’in ilk ve en cesur kararı, filmi siyah beyaz çekmektir. Bu, 90’ların renkli Hollywood sineması için radikal bir adımdı ama filmin ruhunu oluşturan en temel unsurdu. Spielberg bu tercihle, bize “Merak etmeyin, bu sadece bir film” demenin tüm yollarını kapatır. Renklerin yokluğu, hikayeyi bir kurmacadan alıp, adeta bir haber belgeselinin, bir arşiv kaydının sarsıcı gerçekliğine taşır. Gördüğümüz dünya, renksiz, neşesiz ve umudun solduğu bir dünyadır; tıpkı o kamplarda yaşayan milyonların dünyası gibi. Siyah beyaz estetiği, vahşeti estetize etmez, aksine onu daha da çıplaklaştırır. Gettoların boşaltıldığı, insanların mal gibi oradan oraya sürüklendiği sahnelerde renk olmaması, olan bitenin ne kadar mekanik, ne kadar “normalleştirilmiş” bir kötülük olduğunu suratımıza çarpar.
O Küçük Kırmızı Palto: Rakamlar İnsana Dönüşürken
Ve sonra, o renksiz dünyanın ortasında, bir anlığına her şey değişir. Krakow Gettosu’nun tasfiyesi sırasında, kaosun içinde küçücük bir kız çocuğu belirir. Üzerinde, filmin tek rengi olan kan kırmızısı bir palto vardır. O ana kadar her şey rakamlardan, istatistiklerden, “maliyet” hesaplarından ibarettir. Ama o kırmızı palto, altı milyonluk o akıl almaz rakamı, tek bir masum çocuğun trajedisine indirger. Artık soyut bir vahşete değil, somut bir cana bakıyoruzdur.
Bu an, sadece bizim için değil, filmin merkezindeki Oskar Schindler (Liam Neeson) için de bir kırılma noktasıdır. O ana kadar savaştan kâr sağlayan, Nazilerle iş tutan, fabrikasındaki Yahudileri sadece ucuz iş gücü olarak gören bu adam, atının üzerinden o kırmızılığı fark ettiğinde, ilk kez gerçekten “görmeye” başlar. Trajedi onun için kişiselleşir. Daha sonra o kırmızı paltoyu, yakılmış cesetlerin taşındığı bir el arabasında gördüğümüz an ise, Schindler’in içindeki o son tereddüt kırıntısının da yok olduğu andır. Artık mesele para değil, hayattır.
İnsan Doğasının Üç Yüzü: Canavar, Kurtarıcı ve Vicdan
Schindler’in Listesi’ni bu kadar güçlü kılan şeylerden biri de, insan doğasının karmaşıklığını üç boyutlu karakterler üzerinden anlatmasıdır.
Amon Goeth (Ralph Fiennes): Kötülük, çoğu zaman karikatürize edilir. Ama Fiennes’ın canlandırdığı kamp komutanı Goeth, kötülüğün en korkunç halidir: sıradan, keyfi ve banal. Villasının balkonundan sırf keyif için insanları vuran, aynanın karşısında kendine hayran olan, içten içe kompleksli ve zavallı bir adamdır o. Fiennes, onu bir canavar gibi değil, tüm acınası insani zaaflarıyla bir insan olarak oynar. Ve bu, onu çok daha korkunç yapar.
Oskar Schindler (Liam Neeson): Film, Schindler’i bir aziz olarak sunmaz. O, kusurlarla dolu bir adamdır. Ama filmin mucizesi, bu kusurlu adamın içindeki iyiliğin, etrafını saran o devasa kötülükten daha güçlü çıkmasını göstermesidir. Neeson, Schindler’in bu sancılı dönüşümünü, para harcamayı seven bir bonvivandan, kurtardığı her can için servetini eriten bir insana evrilişini milim milim işler. Filmin sonunda, kurtardığı insanlar tarafından hediye edilen yüzüğe bakıp “Bu araba… Bu arabayla 10 kişi daha alırdım… Bu iğne… Bu iğneyle 2 kişi daha…” diye ağladığı sahne, uyanmış bir vicdanın sinema tarihindeki en acı dolu çığlığıdır.
Itzhak Stern (Ben Kingsley): Eğer Schindler operasyonun beyniyse, Stern de kalbi ve vicdanıdır. Ben Kingsley’nin o sakin, onurlu ve zeki duruşu, Schindler’in içindeki iyiliği sabırla işleyen bir usta gibidir. Stern olmasaydı, Schindler’in pragmatizmi belki de hiçbir zaman insanlığa dönüşemezdi.
O daktilonun tuşlarından çıkan her bir “tık” sesi, aslında ölüme karşı atılan bir çığlıktır. O liste, kağıttan ve mürekkepten daha fazlasıdır; Talmud’da yazdığı gibi, “bir hayat kurtaranın, tüm dünyayı kurtardığının” kanıtıdır. Filmin sonunda, kurtulan gerçek Yahudilerin ve onların soyundan gelenlerin, Schindler’in mezarına birer taş bırakmasını izlerken anlarız ki, bu sadece bir film değildi. Bu, en karanlık gecede bile yakılan küçücük bir mumun, nasıl devasa bir ışığa dönüşebileceğinin gerçek hikayesiydi.

Tüm zamanların tarihsel açıdan en önemli filmlerinden biri olan Steven Spielberg'in Schindler'in Listesi, cesaret ve inanç dersleriyle nesiller boyu ilham vermeye devam eden güçlü bir hikaye. En İyi Film ve En İyi Yönetmen de dahil olmak üzere yedi Akademi Ödülü sahibi olan bu inanılmaz gerçek hikaye, Holokost sırasında 1.100'den fazla Yahudinin hayatını kurtaran esrarengiz Oskar Schindler'i (Liam Neeson) konu alıyor. Bu, fark yaratan bir adamın zaferi ve yaptıkları sayesinde insanlık tarihinin en karanlık bölümlerinden birini atlatanların dramıdır.
