Raphael Bob-Waksberg’in yeni bir dizi yaptığını duyduğumda, iyi olacağını biliyordum. Ne de olsa o, televizyon tarihinin en iyi işlerinden biri olan BoJack Horseman gibi bir başyapıtın arkasındaki isimdi. O melankolinin ve esprinin dâhiyane dansını yine yapacaktı, emindim. Ama bu yeni animasyon dizisi Long Story Short‘un bu kadar “benim” hikayem olacağını, karakterleriyle neredeyse hiçbir ortak noktam olmamasına rağmen onlarla bu denli derin bir bağ kuracağımı asla tahmin etmezdim.
Kağıt Üzerindeki Farklılıklar, Kalpteki Ortaklık
Kağıt üzerinde, Netflix’in bu yeni harikası olan Schwooper ailesiyle hiçbir alakam yok. Ben ne Yahudi’yim ne de New York’lu… Hayatımda hiç bar mitzvah töreni görmedim. Tek bir kardeşim var, onlar gibi kalabalık bir kaosun içinde büyümedim. Babamı genç yaşta kaybettim, o yüzden ebeveynlerimin birlikte yaşlanmalarına tanıklık edemedim. Yani, bir büyüteçle baksak, ortak noktadan çok farklılık buluruz.
Ancak dizinin dehası da tam olarak burada başlıyor. Long Story Short, belirli bir kültürün veya ailenin hikayesini anlatıyor gibi görünse de, aslında en temel ve en evrensel konuya odaklanıyor: ailenin kendisi. O bir an sizi mutluluktan havalara uçuran, bir sonraki an hayal kırıklığıyla yere çakan, öfkelendiren ama ne olursa olsun sevmekten vazgeçemediğiniz o karmaşık yapı. İşte bu yüzden, Schwooper ailesinin her bir üyesinin yaşadığı her bir duyguyu, kendi hayatımdan bir anıyla eşleştirebildim.
O Eleştirel Ama Sevgi Dolu Anne…
Bu kişisel bağın en yoğun olduğu yer ise, Lisa Edelstein’in ödüllük bir performansla seslendirdiği anne Naomi karakteri oldu. Naomi, ne kadar yersiz veya istenmeyen olursa olsun, o eleştirel yorumlarını yapmaktan asla çekinmeyen, her şeye bir kusur bulan o yorucu ama bir o kadar da sevgi dolu anne arketipinin mükemmel bir yansıması. Onu izlerken, ekranda kendi annemin %80-85’lik bir versiyonunu gördüm sanki.
Bir haberi annene en az tepkiyi alacak şekilde nasıl vereceğini kardeşinle saatlerce planlamanın ne demek olduğunu çok iyi bilirim. İltifatların arasına sıkıştırılmış o küçük iğnelemeleri de… Ama Naomi gibi, o eleştirel sözlerin arkasında yatan o devasa sevgiden de bir an bile şüphe etmedim. Çünkü bilirsiniz, bazen o sevgi kendini ancak böyle gösterebilir.
Hala Vakit Varken…
Arkadaşlarınızı ve sevgililerinizi seçebilirsiniz ama ailenizi seçemezsiniz. Long Story Short, bu basit gerçeği, hem kahkahalarla güldüren hem de kalbinizi strese sokan anlarla hatırlatıyor. Hayatın, planlarımızın tamamen tersi yönde gidebileceğini ve yas gibi zor bir zamanın bile beklenmedik olaylarla daha da ruh emici hale gelebileceğini gösteriyor.
Her animasyon komedisi, bittiğinde size telefonunuza sarılıp ailenizi arama isteği vermez. Aslında bunu yapabilen çok az dizi vardır. İşte Long Story Short, tam da bu nadir bulunanlardan. Belki eski sevgilileri arayıp berbat anıları yad etme isteği uyandırmıyor, ama daha önce farkında olmadığınız güzel bir anıyı duymak için bile olsa o telefonu kaldırmaya değer olduğunu fısıldıyor. Çünkü hayatta sadece bir kez yaşıyoruz ve ne yazık ki, geri sarma tuşumuz yok.
Umarım daha fazla animasyon projesi, bu diziyi örnek alarak karakterlerin sonsuza dek aynı yaşta kalmak zorunda olmadığını anlar. Çünkü karakterler bizle birlikte büyüdüğünde, onlarla kurduğumuz bağ çok daha gerçek oluyor.
