Nuri Bilge Ceylan sineması, sabır ister. O, hikayelerini aceleyle anlatmaz; uzun planlarla, az diyalogla, karakterlerinin yüzündeki bir seyirmeyle veya rüzgarda sallanan kuru bir otun sesiyle konuşur. Onun dünyasına girmek, bir romana başlamak gibidir. İlk başta yavaş ilerler, sizi karakterlerle ve o kasvetli atmosferle tanıştırır. Ama bir kez o dünyanın içine girdiğinizde, bittiğinde bile zihninizden atamayacağınız, ruhunuza işleyen bir deneyimle baş başa kalırsınız. Ceylan’ın sinematik evreninin merkezinde ise her zaman bir “sıkışmışlık” hissi yatar. Bu sıkışmışlığı en iyi anlattığı yer ise şüphesiz “taşra”dır.
Bu yazıda, yönetmenin iki başyapıtı olan Uzak (2002) ve Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) filmlerini mercek altına alarak, onun “taşra”ya, “erkeklik” krizlerine ve “iletişimsizlik” temasına bakışının yaklaşık on yıllık bir süreçte nasıl evrildiğini ve kişisel bir melankoliden, toplumsal bir ağıta nasıl dönüştüğünü inceleyeceğiz.
Uzak: İçsel Bir Sürgün ve Kar Altındaki Yalnızlık
Uzak, Nuri Bilge Ceylan’ın en otobiyografik ve en kişisel filmlerinden biridir. Film, entelektüel hayalleri ve gerçek hayatı arasında sıkışıp kalmış, Tarkovski filmleri izleyen ama porno kasetleri saklayan fotoğrafçı Mahmut’un (Muzaffer Özdemir) karla kaplı İstanbul’daki dairesinde geçer. Bu klostrofobik dünyaya, iş bulma umuduyla kasabadan gelen akrabası Yusuf’un (Emin Toprak) dahil olmasıyla, iki farklı dünyanın ve iki farklı erkeklik krizinin sessiz ama gerilimli çatışması başlar.
Burada “taşra” fiziksel bir mekandan çok, zihinsel bir durumdur. Yusuf, kasabanın sıkıcılığından İstanbul’a kaçmıştır ama Mahmut da kendi entelektüel yalnızlığının, kendi “taşrasının” içinde bir mahkumdur. Ceylan’ın bir fotoğrafçı olarak dehası, bu sıkışmışlığı her karede hissettirir. Mahmut’un evi, simetrik, düzenli ama bir o kadar da ruhsuzdur. Pencereden görünen karla kaplı İstanbul, bir kartpostal güzelliğinden çok, karakterlerin içindeki o donukluğu ve aralarındaki mesafeyi simgeleyen bir metafora dönüşür. O meşhur “yapışkan fare tuzağı” sahnesi, belki de filmdeki iletişimsizliğin en trajikomik özetidir. Konuşarak anlaşamayan iki adamın, küçük ve sinir bozucu bir olay üzerinden patlayan tüm o birikmiş öfkesi ve çaresizliği… Uzak, son tahlilde, bir bireyin kendi ruhunda yaşadığı içsel bir sürgünün, kar beyazı bir ağıdıdır.
Bir Zamanlar Anadolu’da: Epik Bir Gece ve Bürokrasinin Ağırlığı
Uzak‘tan dokuz yıl sonra gelen Bir Zamanlar Anadolu’da, Ceylan’ın aynı temaları ele alıp, onları kişisel bir hikayeden çıkararak toplumsal bir panoramaya dönüştürdüğü bir başyapıttır. Bu kez tek bir karakterin iç dünyasında değiliz; bir savcı, bir doktor, bir komiser, askerler ve bir cinayet zanlısıyla birlikte, Kırıkkale’nin bozkırlarında, bir gece boyunca bir cesedi arıyoruz.
Artık “taşra”, sadece bir arka plan değil, kendi başına bir karakterdir. O bitmek bilmeyen gece yolculuğu, sadece bir ceset arayışı değil, aynı zamanda devletin ve onun temsilcilerinin (doktor, savcı, asker) kendi vicdanlarında, hafızalarında ve sırlarındaki bir yolculuğa dönüşür. Uzak‘taki iki erkeğin sessiz çatışmasının yerini, burada bir grup erkeğin “erkek muhabbetleri”, rekabetleri, pişmanlıkları ve iktidar mücadeleleri alır. Muhtarın evindeki o meşhur yemek sahnesi, bu “erkek dünyasının” adeta bir otopsisidir. Herkesin bir rol oynadığı, herkesin bir şeyler sakladığı, bürokrasinin ve hayatın ağırlığı altında ezilmiş ruhların geçit törenidir.
Ceylan’ın dehası, bu epik hikayeyi, küçücük detaylarla anlatmasında gizlidir. Yokuştan aşağı yuvarlanan bir elmanın o kısacık yolculuğu, hayatın ve kaderin o anlamsız ve öngörülemez doğasını anlatır. Otopsi sahnesinde cesedin üzerine konan bir sinek, ölümün sıradanlığını yüzümüze çarpar. Savcının, rüzgarda savrulan bir çarşafın ardında beliren ve bir meleği andıran muhtarın kızına bakışı, o karanlık ve çirkin gecenin ortasındaki tek saf güzellik anıdır.
Kişiselden Toplumsala Bir Yönetmenin Evrimi
Uzak‘taki Mahmut ve Yusuf’un bireysel ve içsel yabancılaşması, Bir Zamanlar Anadolu’da‘da savcının, doktorun, komiserin ve hatta katilin ortak kaderine, toplumsal bir sıkışmışlığa dönüşür. Ceylan, bu iki film arasında geçen dokuz yılda, kamerasını kendi ruhundan, ülkesinin ruhuna çevirmiştir. Uzak‘ta kar altındaki bir apartman dairesinin klostrofobisi, Bir Zamanlar Anadolu’da‘da bozkırın sonsuz ama bir o kadar da boğucu boşluğuna evrilmiştir.
Bu iki başyapıt, sadece Türk sinemasının değil, dünya sinemasının da en önemli eserlerindendir. Çünkü onlar, Nuri Bilge Ceylan’ın kendi kişisel sancılarından yola çıkarak, evrensel bir insanlık durumunun, o bitmek bilmeyen “uzaklığın” ve “sıkıntının” en dürüst ve en şiirsel portrelerini çizmeyi başarmıştır.
