Bir bodrum katı hayal edin. Burası sadece bir ev altı değil; burası Amerikan vicdanının karanlık, tozlu ve unutulmuş bir köşesi. Ve bu köşede, iki adamın oynadığı, başrollerinde ırk, güç, para ve tarihin olduğu, nefes kesen bir tiyatro oyunu başlıyor. Nadia Latif’in ilk yönetmenlik denemesi olan The Man in My Basement (Bodrumumdaki Adam), kağıt üzerinde yılın en kışkırtıcı fikirlerinden birine sahip. Ancak film bittiğinde, aklınızda kalan şey oyunun kendisi (yani senaryo) değil, o sahnede devleşen iki oyuncunun, Willem Dafoe ve Corey Hawkins’in sarsıcı performansı oluyor.
Oyuncular Sahnede: Şeytan ve Satılık Ruh
Oyunun perdesi, modern bir Faust pazarlığı ile açılır. Borç içinde yüzen, ailesinin mirası olan evini kaybetmek üzere olan genç Siyah adam Charles (Corey Hawkins), gizemli ve zengin bir Beyaz adam olan Anniston’dan (Willem Dafoe) akıl almaz bir teklif alır. Anniston, o döküntü bodrum katında yaşamak için bir servet ödemeye hazırdır. Tek bir şartla: Kendisi için hazırlanan bir kafesin içinde kalacaktır.
Bu andan itibaren, o bodrum katı bir sahneye, iki karakter de birer arketipe dönüşür. Willem Dafoe’nun canlandırdığı Anniston, sadece tuhaf bir kiracı değil; o, tarihsel bir “beyaz suçluluğun”, kendi köklerinin günahlarından arınmak için para ödeyerek kendini hapsetmeyi seçen bir tür modern Mefisto’dur. Dafoe, o kendine has, hem büyüleyici hem de şeytani karizmasıyla, bir kafesin içindeyken bile odadaki tüm gücü nasıl elinde tuttuğunu gösteren, hipnotize edici bir performans sergiliyor.
Onun karşısında ise, bu rol için aslında ikinci tercih olan (rolü, yaşadığı skandallar sonrası Jonathan Majors’tan devralan) Corey Hawkins, adeta kariyerinin rolünü oynuyor. Onun canlandırdığı Charles, masum bir kurban değil. O, kendi hatalarının ve borçlarının esiri olmuş, atalarından kalan mirası (hem evi hem de kültürel kimliğini) paraya çevirmeye hazır, kusurlu bir adam. Hawkins, bu karmaşık ve pek de sevilesi olmayan karakterin tüm o çaresizliğini ve ahlaki çöküşünü, Dafoe gibi bir devin karşısında ezilmeden, inanılmaz bir nüansla perdeye taşıyor.
Metin ve Reji: Potansiyelin Gölgesindeki Zaaflar
Bu iki kişilik oyunun en büyük sorunu, oyuncuları kadar güçlü bir metne (senaryoya) sahip olmaması. Film, sistemik ırkçılık, kişisel travmalar, aile mirası gibi o kadar çok büyük ve ağır temayı aynı anda anlatmaya çalışıyor ki, hiçbirini tam olarak derinleştiremiyor. Diyaloglar zaman zaman fazla didaktik ve ağdalı bir hal alırken, filmin finali de oldukça aceleye getirilmiş ve tatmin etmekten uzak hissettiriyor. Yönetmen Nadia Latif, tiyatro kökenli olmasının getirdiği bir avantajla, o klostrofobik mekanda güç dengelerini yansıtan harika mizansenler kursa da, iyi bir reji, ne yazık ki zayıf bir metni kurtarmaya yetmiyor.
Film Kafası Yorumu
Filmin asıl başarısı, sorduğu o rahatsız edici soruda gizli: Bu denklemde, asıl tutsak kim? Kafesin içindeki Anniston mı, yoksa o evin sahibi ama borçlarının, geçmişinin ve yaptığı ahlaki pazarlığın esiri olan Charles mı? The Man in My Basement, tüm kusurlarına rağmen, Amerika’nın Siyah ve Beyaz tarihlerinin nasıl birbirine ayrılmaz bir şekilde, trajik ve klostrofobik bir bağla bağlı olduğunun güçlü bir alegorisi.
Perde kapandığında, aklınızda kalan şey, kusurlu bir oyun ama o oyunu oynamak için sahneye çıkan iki devin, o unutulmaz ve sarsıcı performansı oluyor. Sırf bu oyunculuk düellosuna tanıklık etmek için bile izlenmesi gereken, ancak potansiyelinin altında ezilen, düşündürücü bir film.
Artıları & Eksileri
Artıları (+):
- Willem Dafoe ve Corey Hawkins’ten yılın en iyilerinden olmaya aday, nefes kesen performanslar.
- Nadia Latif’ten umut vadeden, stil sahibi bir ilk film yönetmenliği.
- Irk, güç ve tarih üzerine sorduğu cesur ve kışkırtıcı sorular.
Eksileri (-):
- Büyük temalarını sonuca bağlayamayan, dağınık ve tatmin etmeyen bir senaryo.
- Zaman zaman fazla didaktik ve ağdalı diyaloglar.
- Zayıf yazılmış yan karakterler.
