Call Me By Your Name (Beni Adınla Çağır) ve Suspiria gibi filmlerin dahi yönetmeni Luca Guadagnino, seyirciyi rahatsız eden, duyulara hitap eden ve ahlaki olarak karmaşık hikayeler anlatmanın ustasıdır. Toronto Film Festivali’nde (TIFF) prömiyerini yapan yeni filmi After the Hunt, ilk bakışta “iptal kültürü” ve #MeToo sonrası dönemin gerilimlerine odaklanan güncel bir gerilim gibi dursa da, aslında çok daha derin sulara yelken açıyor. Film, John Patrick Shanley’in başyapıtı Doubt (Şüphe) gibi, inanç, şüphecilik ve hakikatin o kaygan doğası üzerine, zekice kurgulanmış, kışkırtıcı bir psikodrama.
Fildişi Kulede Bir Gece: Hikayenin Başlangıcı
Hikaye, Ivy League’e mensup bir üniversitenin o maun kaplı, entelektüel dehlizlerinde geçiyor. Kariyerinin zirvesindeki felsefe profesörü Alma Imhoff (Julia Roberts), hem akıl hocası olduğu pırıl pırıl doktora öğrencisi Maggie’ye (Ayo Edebiri) hem de yakın arkadaşı ve meslektaşı Hank’e (Andrew Garfield) kol kanat gerer. Guadagnino’nun o duyusal sinema diliyle, bu akademik ortamın entelektüel sohbetlerle, sanatla ve şarapla dolu o romantik atmosferini bir süre izleriz.
Ta ki, Alma’nın evinde verilen bir partinin ertesi sabahı, Maggie’nin ağlayarak onun kapısına dayanmasına kadar. İddiası nettir: Hank, dün gece ona cinsel saldırıda bulunmuştur. Bu andan itibaren, o sakin ve medeni akademik dünya, bir anda bir cadı avının, belirsizliklerin ve kariyer savaşlarının arenasına dönüşür.
Şüphenin Anatomisi: “Gerçek” Kimin Gözünden Anlatılıyor?
Filmin dehası, bize basit bir “yaptı mı, yapmadı mı?” soruşturması sunmamasında yatıyor. Hikaye ilerledikçe, her bir karakterin aslında ne kadar “güvenilmez birer anlatıcı” olduğunu fark etmeye başlıyoruz. Hank, masumiyetinde ısrar ederken, bir yandan da alkol problemiyle boğuşan, çaresizlik içinde bir adamdır. Genç ve idealist görünen Maggie’nin, sandığımız kadar parlak bir öğrenci olmayabileceğine dair ipuçları belirir. Ve en önemlisi, olayın merkezindeki hakem, yani Alma’nın da kendi geçmişinden getirdiği önyargıları ve sırları vardır.
Guadagnino, bu belirsizlik anlarını mükemmel bir şekilde yöneterek, bir zamanlar “hakikat” olarak kabul ettiğimiz her bir görüntüyü yavaş yavaş bulandırıyor. Özellikle Julia Roberts, o meşhur delici bakışlarını ve kahkahasını, kariyerinin en katmanlı ve en güçlü performanslarından birinde, Alma’nın o karmaşık ruh halini yansıtmak için bir silah gibi kullanıyor. Andrew Garfield ise, çaresizliğin ve öfkenin sınırlarında gezen bir adamın portresini çizerken bir kez daha ne kadar büyük bir aktör olduğunu kanıtlıyor.
Kuşak Çatışması ve Eleştirel Notlar
Film, aynı zamanda Alma (Gen X) ve Maggie (Gen Z) arasında sessiz bir kuşak çatışmasını da inceliyor. Alma’nın, kendi kuşağının tırnaklarıyla kazıyarak elde ettiği hakların, yeni nesil tarafından cepte bir konfor olarak görülmesine duyduğu o gizli öfke ve belki de kıskançlık, filmin en zeki alt metinlerinden birini oluşturuyor.
Ancak film kusursuz değil. Özellikle Siyah, gey ve zengin bir karakter olan Maggie’nin bu ilginç kimlik kesişimini daha derinlemesine incelemek yerine, onu sadece hikayeyi ilerleten bir araç olarak kullanması bir hayal kırıklığı. Yine de After the Hunt, kolay cevaplar vermeyi reddeden, seyircisini daha iyi ve daha derin düşünmeye iten, son derece zeki bir film. Asıl konusunun “iptal kültürü” değil, mutlak kesinlik talep eden bir dünyada, birden fazla gerçeği aynı anda kabullenmenin zorluğu olduğunu anlıyorsunuz. Ve bu, onu yılın en önemli ve en kışkırtıcı filmlerinden biri yapıyor.
