Stephen King isminin arkasına gizlenen o daha karanlık, daha nihilist ve daha acımasız bir yazar vardır: Richard Bachman. King’in bu takma isimle yazdığı eserlerin en saf, en rahatsız edici ve belki de en parlak olanı The Long Walk (Uzun Yürüyüş), yıllardır sinemacılar için bir Everest gibiydi; tırmanması imkansız görünen bir zirve. George Romero’dan Frank Darabont’a nice usta yönetmen bu projeyi hayata geçirmeyi denedi ama başaramadı. “Sadece yürüyen ve konuşan bir grup gencin hikayesi sinemada nasıl ilgi çekici olabilir ki?” sorusu, projenin üzerinde bir lanet gibi duruyordu.
Ta ki bugüne kadar. The Hunger Games (Açlık Oyunları) serisinin büyük bir kısmını yöneten Francis Lawrence, bu “uyarlanamaz” denilen eseri ele aldı ve sonuç, sadece başarılı bir film değil, aynı zamanda yılın en iyi korku filmlerinden ve gelmiş geçmiş en iyi Stephen King uyarlamalarından biri oldu.
Ölümüne Bir Yürüyüş: Distopik Bir Kâbus
The Long Walk’un konusu, rahatsız edici derecede basittir. Distopik bir Amerika’da, her yıl “Uzun Yürüyüş” adında bir yarışma düzenlenir. 100 genç erkek, belirlenmiş bir hızın altına düşmeden, durmaksızın yürür. Üç uyarı alan yarışmacı, anında vurularak öldürülür. Sona kalan tek kişi ise hayal edebileceği her şeye sahip olacağı büyük ödülü kazanır. Bu, King’in henüz 19 yaşındayken kaleme aldığı, otoriter rejimlerin, anlamsız kuralların ve insanın insan üzerindeki zulmünün acımasız bir alegorisidir.
Karakterlerin Omuzlarında Yükselen Bir Gerilim
Filmin en büyük başarısı, bu monoton olabilecek konsepti, inanılmaz bir karakter dramasına dönüştürmesidir. Francis Lawrence, odağını yarışmanın kendisine değil, o yolda yürüyen gençlerin ruhlarına, kurdukları dostluklara, yaşadıkları anlık isyanlara ve yavaş yavaş çöken psikolojilerine çeviriyor. Film, bir grup gencin sohbetleri, hayalleri ve çatışmaları üzerinden ilerlerken, her an tepelerinde bekleyen ölüm tehdidi, gerilimi bir an bile düşürmüyor. Bu, bir korku filmi olduğu kadar, en ekstrem şartlar altında insan kalmanın ne demek olduğunu sorgulayan sarsıcı bir dram.
Yeni Bir Neslin Yıldızları Doğuyor
Filmin bu duygusal derinliği, genç oyuncuların omuzlarında yükseliyor. Başrol Ray Garraty rolünde, efsanevi aktör Philip Seymour Hoffman’ın oğlu Cooper Hoffman, babasından miras aldığı yeteneği gözler önüne sererek, karmaşık ve katmanlı bir performans sunuyor. Ancak filmin kalbini çalan isim, grubun iyimser ve birleştirici gücü Peter McVries rolündeki David Jonsson. Jonsson’ın içtenliği ve Hoffman ile olan kimyası, filmin o karanlık dünyasındaki tek umut ışığı gibi parlıyor. Onların karşısında ise, yarışmanın soğuk ve acımasız yüzü olan “Binbaşı” rolünde, Luke Skywalker olarak tanıdığımız Mark Hamill, tek bir mimiğiyle bile kan donduran, unutulmaz bir kötü adama hayat veriyor.
Filmin şiddet tasviri ise bir o kadar gerçekçi ve çirkin. Ölümler asla stilize edilmiyor; ani, gürültülü ve rahatsız edici bir gerçeklikle sunuluyor. Bu da, bağ kurduğumuz karakterlerin kaybını çok daha sarsıcı hale getiriyor.
The Long Walk, kolay bir film değil. İzleyiciyi yoran, rahatsız eden ve bittiğinde uzun süre sessizliğe gömen bir yapım. Ancak bunu, karakterlerine duyduğu derin bir empati ve insan doğasına dair sorduğu cesur sorularla başarıyor. Açlık Oyunları’nın isyan ateşini değil, daha kişisel ve daha karanlık bir hayatta kalma mücadelesini arayanlar için, yılın kesinlikle kaçırılmaması gereken sinema olaylarından biri. Film, 12 Eylül’de vizyona girecek.
Artıları & Eksileri
Artıları (+):
- Stephen King’in en iyi ve en sadık uyarlamalarından biri.
- Cooper Hoffman ve David Jonsson’dan unutulmaz, kariyer belirleyici performanslar.
- Karakter odaklı senaryosu sayesinde hiç düşmeyen psikolojik bir gerilim.
- Francis Lawrence’ın usta işi, atmosferik yönetmenliği.
- İnsan psikolojisi ve otoriter rejimler üzerine sarsıcı bir yorum.
Eksileri (-):
- İnanılmaz derecede karamsar ve rahatsız edici tonu, her izleyiciye göre olmayabilir.
