Bazı filmler vardır, onları izlemezsiniz, içine düşersiniz. Sizi alır, o cıvıl cıvıl renkli dünyanızdan koparır ve kendi kasvetli, yağmurlu, neon ışıklarıyla aydınlanan ama ruhu karanlık sokaklarına bırakır. Bittiğinde, jenerik akmaya başladığında, Vangelis’in o melankolik müziği kulaklarınızda çınlarken, uzun bir süre sessiz kalırsınız. Çünkü az önce sadece uçan arabaların ve androidlerin olduğu bir bilim kurgu filmi izlemediniz. İnsan olmanın ne demek olduğuna dair, zihninize kazınmış o en temel ve en rahatsız edici soruyu sordunuz. Ridley Scott’ın 1982 tarihli başyapıtı Blade Runner (Bıçak Sırtı), işte o sorunun filmidir.
Bu, sadece bir film analizi değil. Sinemanın en derin felsefi sorgulamalarından birinin, o yağmurlu ve buğulu atmosferinin içinde yapacağımız bir yolculuktur.
Koyun Düşlerinden İnsanlık Sorgusuna
Her şey, siberpunk türünün babası Philip K. Dick’in o tuhaf ve harika romanı Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? ile başladı. Ancak Ridley Scott, romanın o karmaşık ve felsefi özünü alıp, onu bambaşka bir sanat eserine dönüştürdü. Kitabın merkezindeki “gerçek nedir?” ve “sahte olanın değeri nedir?” gibi soruları bir kenara bırakıp, çok daha yakıcı ve çok daha kişisel bir soruya odaklandı: İnsan olmak ne demektir? Bir varlığı “insan” yapan şey, biyolojik yapısı mı, yoksa anıları, hisleri ve en önemlisi, ölüm korkusu mudur? Film, bu soruyu sormak için kendine zemin olarak, geleceğin kara filmini, yani bir “tech-noir” dünyasını seçti.
Geleceğin Giysilerini Giymiş Bir “Kara Film”
Blade Runner’ı bu kadar kalıcı kılan şey, onun bir bilim kurgudan çok, 1940’ların o klasik “kara film” (film noir) ruhunu taşımasıdır. Yorgun, bıkkın ve işini ahlaki olarak sorgulayan dedektif (Deckard), gizemli ve tehlikeli “femme fatale” (Rachael), hiç bitmeyen bir gece ve o geceyi sürekli ıslatan bir yağmur, dev şirketlerin yarattığı klostrofobik bir şehir… Bütün bu unsurlar, klasik bir kara film formülüdür. Scott, bu formülü alıp, onu geleceğin o çok kültürlü, teknolojik ama bir o kadar da çürümüş Los Angeles’ına yerleştirmiştir. Vangelis’in o efsanevi synthesizer müziği ise, bu melankolik dünyanın adeta kalp atışıdır; her notasıyla şehrin yalnızlığını ve karakterlerin ruhundaki o derin hüznü hissettirir.
Asıl Kahraman Kim: Avcı mı, Av mı?
Film, görünürde “Replikant” adı verilen yapay insanları avlayan bir dedektif olan Deckard’ın hikayesidir. Ama filmi defalarca izlediğinizde anlarsınız ki, asıl kahraman, asıl yolculuğu yaşayan kişi Deckard değil, onun avı olan Roy Batty’dir. Roy Batty ve arkadaşları, sadece dört yıllık kısa ömürlerini uzatmak için, kendilerini yaratan “Tanrı”yı, yani Tyrell Corporation’ın sahibini bulmaya gelmişlerdir. Onlarınki bir isyan değil, bir varoluş çığlığıdır. Hayatta kalmak, daha fazla anı biriktirmek, daha fazla “yaşamak” isterler.
İşte filmin dehası da burada ortaya çıkar. Biz, “insan” olan Deckard’ın gözünden izlerken, yavaş yavaş “android” olan Roy Batty’nin acısını ve arzusunu anlamaya başlarız. Ve o meşhur final anı gelir…
“Yağmurda Gözyaşları Gibi Kaybolup Gidecekler”
Roy Batty, yaratıcısıyla yüzleşmiş, aradığı cevabı alamamış ve ömrünün sonuna gelmiştir. Kendisini avlayan Deckard’ı köşeye sıkıştırmış, onu öldürmek üzeredir. Ama yapmaz. Bunun yerine, ölmekte olan bir “makine”, kendisini öldürmeye gelen “insanı” kurtarır. Ve sonra, sinema tarihinin en güzel, en şiirsel ve en dokunaklı monologlarından birini söyler:
“Siz insanların hayal bile edemeyeceği şeyler gördüm. Orion’un yamaçlarında yanan hücum gemileri… Tannhauser Kapısı’nın yakınlarındaki karanlıkta parlayan C-ışınlarını izledim. Tüm o anlar… zamanla kaybolup gidecek… tıpkı yağmurdaki gözyaşları gibi… Ölme zamanı.”
Bu an, filmin sorduğu o büyük sorunun cevabıdır. Bir varlığı insan yapan şey, biyolojisi değil, deneyimleridir. Anılarıdır. Roy Batty, o kısacık ömründe o kadar çok şey görmüş, o kadar çok şey hissetmiştir ki, sonunda bir makine değil, bir şair gibi ölür. Onun ölümüyle, androidin insandan daha “insan” olduğu o trajik gerçekle yüzleşiriz.
Peki Ya Deckard?
Roy Batty’nin bu insancıl vedasının ardından, film son darbesini indirir ve o rahatsız edici soruyu bizim zihnimize bırakır: Ya Deckard da bir Replikant ise? Gördüğü tek boynuzlu at rüyası, gözlerindeki o anlık kırmızılık… Eğer avcı da avıyla aynı kaderi paylaşıyorsa, o zaman insan ve makine arasındaki o ince çizgi tamamen ortadan kalkmış demektir.
Blade Runner, bize cevaplar vermez. Bizi, o neon ışıklarıyla aydınlanan, yağmurlu sokaklarda kendi cevaplarımızı aramamız için tek başımıza bırakır. Belki de bu yüzden, 40 yılı aşkın bir süre sonra bile, hala bu kadar güçlü, bu kadar taze ve bu kadar “bizimle” ilgili bir film.
